Ben Hala Noel Baba’ya İnanıyorum!

Noel Baba’nın var olmadığını biliyorum.

Noel Baba’nın bir hayal ürünü olduğunu bilebilecek gerçekliğe de sahibim.

 Kırmızı şapkalı, beyaz sakallı, gevrek gülüşlü, o tombul ihtiyarın tamamen bir çocuk kandırmacasından ibaret olduğunun da farkındayım… Dedim ya işte, ben Noel Baba’nın var olmadığını çok iyi biliyorum…

Fakat buna rağmen ben Noel Baba’nın var olduğuna inanmayı seçiyorum!

Yıllar geçtikçe ve bizler hayatla yüzleştikçe hayal kahramanlarımızın gerçekliğini yitirdiğini görüyorum. İşte bu yüzden Noel Baba’ya inanmayı seçiyorum!

Çünkü insanların büyüdükçe hayallerinin küçüldüğünü biliyorum. Çünkü hayallere inanmayan insanların, gerçeklikler içindeki dünyalarında çok mutsuz olduklarını hissediyorum.

İşte bu yüzden ben Noel Baba’ya inanmayı seçiyorum!

Yaşım ilerledikçe içimdeki çocuğu öldürmeyi reddediyorum, aksine büyütüyorum. O çocuk orada kalsın ve Noel Baba’ya inansın istiyorum hatta ona bayılsın. Çünkü biliyorum ki içimdeki çocuk var olduğu sürece, hayat bana hep biraz çocuk penceresinden gözükecek. Çünkü biliyorum ki hayatımın zorlaştığı anlarda o çocuk beni elimden tutacak ve gülümsemem için nedenler yaratacak. Çünkü biliyorum ki hayat çoğu zaman o kadar da kurallarla yaşanıp, ciddiye alınmayacak kadar kısa.

İşte o yüzden o çocuk orda duracak bazen asilik yapacak, bazen hayallere dalacak, bazen yorulup uyuyacak bazen de eline bir kar topu alıp başkalarına fırlatarak yani bir yanım zorluklara inat hayatı hep hafife alacak. Hatta o yanım Noel Baba gibi başkalarına yardım edip mutlu etmeye uğraşacak, başardıkça gerçek mutluluğun tadına varacak.

Dedim ya ben Noel Baba’nın var olmadığını çok iyi biliyorum ama inanmayı seçiyorum!

Çünkü ben hayatın yeterince zor ve meşakkatli olduğunun farkındayım. Kendimizi hayatın akışına kaptırdığımızda ne kadar çok şeyi kaçırdığımızı görüyorum ve hayal kahramanları olmadan dünya yaşanmayacak kadar sıkıcı bir yer olur biliyorum. Hayal etmekten korkmuyorum ve işte bu yüzden hayal dünyamı olabildiğince geniş tutuyorum. Çünkü biliyorum ki her hayal bir gün gerçek olabilir.

İşte bu yüzden siz de benim gibi Noel Baba’ya inanmayı seçin istiyorum!

Noel Baba’ya inanın ve bir kere olsun içinizdeki çocuğu dinleyip yapılmaz denecek bir şeyler yapın. Kaydıraktan kayın, lunaparka gidin, hava alanına gidip ilk uçağa bilet alın, helikopter kullanın, kar topu oynayın, ona deli gibi “seni seviyorum” deyin, söyleyemediklerinizi söyleyin, giyemeyeceğiniz kadar iddialı bir renk giyin hatta yiyemeyeceğiniz kadar abur cubur yiyin.
Diyorum ya bu sene sizde Noel Baba’ya inanmayı seçin!

Noel Baba gibi birilerini sevindirmeye çalışın. Ufak tefek hediyeler hazırlayın, sevgi sözcüklerini kullanırken bonkör davranın. Birilerine sevginizi gösterirken elinizi korkak alıştırmayın, yardım ederken de öyle. Sizin sevginizi bekleyen birilerini bulun ve onlara el uzatın. Onlara emek verin ve sıcak sevginizi onlardan eksik etmeyin hatta onları da Noel Baba’ya inandırın.

Kim bilir belki de biz heyecanla 2012’ye girmeyi beklerken Noel Baba gökyüzünden geyikleriyle kayarak gelir ve üzerimize bol bol mutluluk, aşk, huzur, sağlık dolu kocaman hediye paketleri bırakır…

Yorum bırakın

Filed under Genel

Mutluluk İçimizde

Mutluluk ya da mutsuzluk hayatın bize sunduklarını nasıl karşıladığımızla alakalı aslında… Mutlu olmak da zor değil mutsuz olmak da.

Ama mutsuzluk kısmı biraz daha rahat sanki. Kolaya kaçmak gibi, mücadeleyi bırakıp pes etmek ve “ben bunu seçtim işte” demek gibi, “insan her an mutlu olamaz ki bu imkansız”ı kabul etmek gibi.

Oysa ne saçma!

Hayatta her ne olursa olsun gücü içimizde bulabilmek ve o güçle beslenip mutlu olabilmek çok basit ve hayat başkaları ve başka şeyler üzerinden yaşanmayacak kadar bize özel aslında. İşte bu yüzden bu iç keşfi yapıp, kendimize mutlu olabilmeyi öğretmek en zoru gibi görünse de en kolayı galiba.

Size her an mutlu olmayı vaad edemem, etmemeliyim de… Çünkü hayat böyle değil. Ve size sonsuz mutluluğun tarifini de veremem… Çünkü bu mümkün değil.  Yani size Pollyanna olun ve her an yüzünüzde saçma bir tebessümle gezin diyemem.

Ama size hayat, iyilikleriyle ve kötülükleriyle sürüp giderken ve siz kah dibe batıp kah zirveye çıkarken ne yapmanız gerektiğini söyleyebilirim. Mutlu olun!

Anlamsızca değil, durduk yere hiç değil. Olaylar nasıl gelişirse gelişsin, içinize dönün, gücünüzü keşfedin ve mutlu hissedin. Ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün ve mutsuzluğa gömülmeyin.

Karamsarlığı atın bir kenara çünkü biliyorum ki; her ne olursa olsun ve ne kadar kötü bir durumun içinde kalmış olursanız olun hayat size her zaman mutlu olmanız için bambaşka bir dal uzatır. Yeter ki gören gözleriniz olsun!

Yani hayatın iyisini de unutmayın, kötüsünü de. Koştuğunuz kadar düşün ama düştüğünüzde kalkmayı da bilin. Başımıza gelen ve sizi karamsarlığa sürükleyen olayların içinden daha da güçlenerek çıkabilmeyi başarın.

Bunu da içinizdeki mutluluk anahtarıyla yapın. Kullanın onu korkmayın! Doğru kapıyı bulun, anahtarı kilide sokun ve kapıyı hızla açıp içinizi mutluluğun ışığıyla aydınlatın.

Peki o anahtarı nasıl bulursunuz biliyor musunuz?

En dipte hissettiğiniz an bile yaşama nedenlerinizi düşünüp şükrederek, boğulacak gibi olduğunuzda nefes almanızı sağlayacak bir destek bularak, varlığınızdan mutlu olarak ve yaşamaya değecek güzelliklerin çok yakında size sunulacağına inanarak…

İçinizdeki ışığı keşfedip onu güçlendirip yayarak!

Yani mutluluk ve mutlu olabilme gücü sadece içimizde ve ne zaman kullanmak istersek bizim elimizde.

Öyleyse şimdi tam da zamanı!

Yorum bırakın

Filed under Genel

Duygu Özlem Yücel İmza Günü

 

 

Duygu Özlem Yücel, Zamane Aşkları kitabının imza gününde kitapseverlerle Tüyap Kitap Fuarı’nda buluşuyor.

20 Kasım 2011 Pazar; 15.00- 16.00 saatleri arasında
Destek Yayınları Standı 2.Salon 305 / B’de görüşmek dileğiyle!

Yorum bırakın

Filed under Genel

Zamane Aşkları’nı Okuyup Sevdiysen, Şimdi Yaratıcılık Zamanı!

“Peki ya sence Zamane Aşkları nasıl yaşanır?”

Soruyu yanıtla, kitapla birlikte çekilmiş fotoğrafınla birlikte 14.11.2011 tarihine kadar

duyguycl@gmail.com

adresine gönder.

En çarpıcı yanıt seninkiyse, imzalı “Zamane Aşkları” ellerinde! Üstelik sürpriz bir hediyeyle!!!

 

http://www.facebook.com/media/set/?set=a.192888524103727.50401.179981102061136&type=1

Yorum bırakın

Filed under Genel

Zamane Aşkları

 http://www.dr.com.tr/0000000346024,0000000369628/Eser/Kitap/Edebiyat/Roman/Turkiye-Roman/Zamane-Asklari

Masallar masallar masallar…

Hani şu el değmemiş çocukluğumuzun en tatlı anları ve hayatımızın hep tozpembe olacağına inandırıldığımız o en saf günlerimiz…

Oysa çok sonraları anladık yanıldığımızı… Kaderimizin bize yazdığı masallar, çocukluk masallarımız gibi değildi çoğu zaman. Bizim masallarımız öyle saf, deli divane ya da dozajı kaçmış bir mutlulukla sürmüyordu. Üstelik hesapsız bir mutlu sonla da bitmiyordu. Hayat masallarımız daha acımasızdı, daha sıradan, daha kırıcı ve daha gerçek.

O çok sevdiğimiz çocukluk masallarımızın saflığı kandırdı bizi. Ordaki beyaz atlı prensleri bekledik, mükemmel aşkları istedik, hiç pes etmeden prensese kavuşmaya çalışan cesur yüreklerin var olduğuna inandık ve kötülerin sonunda cezalarını bulacağına düşündük.

Ve bir gün bir baktık; hiçbir şey bizim düşündüğümüz, umduğumuz, inandığımız ve beklediğimiz gibi değil. Hayatımızın bize sunduğu masallarda roller çocukluk masallarımızdakilerden çok farklı. Anladık ve kırıldık!

Böylece zaman akıp geçti ve biz daha fazla çocukluğumuzun saflığında kalamadık. Buna rağmen bir yanımız bazen safça inanmak istedi prenses olduğumuza ve hayatın bize her zaman güzellikler sunacağına. Hatta öptüğümüz kurbağaların prense dönüşebileceğine. Ama dönüşmediler… Ve dönüşmediğini gördüğümüz her an içimiz biraz daha kırıldı. Sonunda ise beyaz atlı prensin var olmadığını kabullendik ve pes ettik.

Saflığımızı kaybettikçe masallardaki tozpembe dünyaların aksine kendi dünyamızın bir renk cümbüşü olduğunu da gördük. En açığından en koyusuna her türlü rengi içinde barındıran karmakarışık bir tablo. İşte beklentilerimiz tam da o an değişti.

Kendi hayat masallarımızda bazen prenses olmayı seçtik, bazen sadece sıradan bir figüran, bazen ise birilerinin kötü cadısı. Çünkü bizim masallarımız kötü olabilecek kadar gerçekti!

Üstelik hayatımız boyunca tek bir masalımız, tek bir hikayemiz ve tek bir sonumuz olmadı. Zaman akıp giderken kendimizi birçok masalın içinde buluverdik, birçok değişik maceranın, birçok enteresan sonun.

Herkes gibi benim de birçok masalım olmuştu ve olmaya devam edecekti. Benim masallarım da çoğu zaman sıradan, basit, sıkıcı ve monotondu. Bazense tıpkı son masalımda olduğu gibi fırtınalı, karmakarışık, yorucu, hayal kırıklıklarıyla veya sürprizlerle dolu. Ben de masallarımın çocukluğumdakilerin aksine hep aynı sonla bitmeyeceğini biliyordum. Ne hep mutlu bitecekti ne hep iç karartıcı, ne hepsinin sonu sürprizlerle dolu olacaktı ne de umduğum gibi.

Bildiğim tek gerçek; yaşanan her masalın sonunda düşen elmaların olacağıydı. Bu elmalar; belki üç güzel dilek dileme hakkıyla gelmeyecekti ama hayat masallarımız devam ettiği sürece düşmeye devam edeceklerdi. Kimi sevincimiz, kimi üzüntümüz, kimi şaşkınlığımız kimi ise beklentimiz olacaktı.

Masallar hiç bitmedi ve biz hayatımızda açtığımız her temiz sayfayı bambaşka bir masalla doldurup elmalarımıza kavuştuk. Benim üç elmam da içinde bulunduğum masalın sona yaklaştığını hissedip, yepyeni bir sayfa açmaya hazır olduğum an düşüverdi.

Biri cesur vazgeçişim…

Biri korkularımla yüzleşmem…

Biri derin kararsızlığım…

 Oluverdi.

 

Yorum bırakın

Filed under Genel

EGOsantrik Ayrılık Durumları

Terk edilmeye dair biz kadınmilletinin neden hep klişe senaryoları ve çok bilindik beklentileri vardır? Bir ayrılık yaşandığında bizim bu ayrılıkla ve ayrılanla içten içe kişiselleştirdiğimiz ve kendimize yediremediğimiz meselemiz nedir hanımlar?

Bence cevap basit hem de çok…

Ayrılığa dair kırılan kalbimizden daha çok bizi mahveden şey yerle bir olan Ego’muz aslında.

Kim ne derse desin ve kim çıkıp aksini ispat etmeye çalışırsa çalışsın olay sadece bundan ibaret!

Çünkü ego asla böyle bir duruma düştüğüne inanmak istemez. O şımartılmak ister, pohpohlanmak ister, naz yapıp, önemsenmek ister. Ondan kimse ayrılamaz ya da çekip gidemez.
Çünkü o değerlidir hem de çok! İşte bu yüzden gidenin bizden öyle kolay gidememesini, bir gün arayıp özür dilemesini hatta bizi terk ettiyse pişman olup dönmesini ister.

Peki ama neden? Neden arayan hep erkek tarafı olmalı, neden sürünmeli ve neden hep çok pişman olan onlar olmalı? Çünkü terk edilerek yıkılan ego’muz kendini ancak öyle tamir edebilir.

Bir tane’yken, hiç tane olmanın acısına ancak böyle durum senaryolarıyla su serpilebilir.

Ama gerçek hiçbir zaman düşünülen gibi de değildir!

Giden belki zil takıp gitmez ama çoğu zaman da istediğimiz gibi sürüm sürüm sürünmez.

Sadece şartlar öyle gerektirir, bir şeyler biter ve o gider ama biz egomuz yüzünden bunu göremeyiz, kabullenemeyiz.

Bu kırılan kalbimizden çok kırılan egomuzun bize bir oyunudur kaderin değil!

Giden bize dönmelidir, sadece bizce değil etrafımızdakilerce de!

“O sana dönecek”, “Çok pişman olacak”, “Seni arayacak”, “Özür dileyecek”

İyi ama ya bunların hiçbiri olmazsa?

İşte o zaman kahretsinler gelir, lanet olsunlar hatta boyu devrilsinler gelir.

Neden? Çünkü adam gitti.

Neden? Çünkü adam bizi terk etti.

Ya da biz ayrıldık ve hayatına devam etti.

Peki ama bitmiş ya da bitmeye yüz tutmuş bir şey için bu kadar düşünmeye, üzülüp kırılmaya, bozulup kafa yormaya değer mi?

Değdi mi?

Hasar gören egomuz bize yanlış sinyaller verirken ve biz intikam yeminleri ederken böylesi vakit kaybetmeye değdi mi gerçekten?

Ne zaman daha az üzülürüz biliyor musunuz?

Karşımızdakini daha az sevdiğimizde, daha az güvendiğimizde ya da bir ilişkide her an her şey olabilir fikriyle yaşamaya başladığımızda değil!

Biz ancak giden insanın ardından hiçbir şey beklememeyi öğrenip yolumuza hızla devam ettiğimizde, ah etmeyi bırakıp gidene hoşça kal diyebildiğimizde, bir daha ardımıza bakmamayı öğrenebildiğimizde…

…Ayrılığında hayata dair olduğunu çabucak kabul edip egomuzu bir kenara koyabildiğimizde
Adam oluruz!

İşte asıl o zaman Ego’muzu yeneriz.

Ve aslında işte o zaman Ego’muz tavan yapar!

Yorum bırakın

Filed under Genel

Hormonlar Çıldırmış Olmalı

(Anlatılan olaylar kadın milletinin her ay belli bir dönemde girdiği ruh halinden yola çıkılarak yazılmıştır.)  

Önce bir sıkıntı başlar, anlamsızca ruhun daralır, karaları bağlar, durduk yere sinir harbi yaşarsın. ‘Ay içim sıkılıyor’ demekten bitap düşer bu bitap haline rağmen iflah olmaz şekilde her şeye bağırıp çağırmaya devam edersin. Son derece masum ‘Merhaba, günaydın!’ cümlesi bile içinde fırtınalar koparmaya yeter de artar bile. İçindeki küçük şeytan ‘Bugün’ün nesi aydın, sana merhaba falan değil, nerden çıktı simdi bu selamlama seremonisi, niye bu insanlar bu kadar neşeli?’ gibi binlerce soruyla senin aklını çelerek asabiyet kat sayını 2’ye katlar. Hatta oturup güllük gülistanlık hayatına isyan eder, ağlama krizlerine dahi girebilirsin. Tüm bunların yanında başından karnına kadar uzayan geniş bir skalada seni ziyaret eden ağrı çeşitleri de cabasıdır.

Üstelik tüm bu duygu dalgalanmalarıyla boğuşurken aynada gördüğün sen, sana hiçte çekici ve güzel gelmez. Yorgun bir surat, bitkin bakışlar ve muhtemelen habersizce ziyarete gelen uyarı sivilceleri eşliğinde kendine bakarken çirkinliğine laf söyletmezsin. Yok, hayır yanlış duymadın çirkinliğine dedim evet. Biri kazara sana ‘saçların ne kadar güzel’ dese ‘ay iğrenç be nesi güzel’ ‘bugün çok hoş olmuşsun’ dese ‘saçmalama çok çirkinim’ diye yapıştırırsın etiketi kendine. Çirkinsindir işte çirkin, aksi kanıtlanamaz!

 Aynadaki aksin dışında birde kıyafet sorunu beliriverir. İster kendine en yakışan giysi kombinasyonunu yap, ister git yeni bir şeyler al asla mutlu hissetmezsin. Hissedemezsin çünkü bünyeye göre değişen ve bir hafta önce ortada olmayan koca bir göbeğin, bir beden büyümüş popon (şaka değil kanıtlanmış gerçektir) ya da yüzüklerinin sığmadığı parmakların kendine hiçbir şeyi yakıştıramamana yeter de artar bile.

Bu insanüstü duygusal buhran durumunun yanında bir de hep açsındır. Beyninin açlık ve atıştırma sinyalleri hiç durmadan alarm verme halindedir. Özellikle tatlı krizlerin seni senden alır. Oturup koca bir paket çikolatayı tek başına bitirebilir, kendini abur cubura adayabilir, yedikçe doymaz, doymadıkça yemeye devam edebilirsin.

Yani hem duygusal anlamda dengesiz, hem çirkin hem kilolu hem de obursundur. Böyle bir haleyken de en iyi yaptığın şey özellikle birinci derece yakınlarına işkence çektirmek olacaktır. Ayda bir bu duruma hazırlanan yakınların gardını alarak hazır ola geçecek senin bu işkencene maruz kalmaktansa, kafaya kova geçirilip tepeden su damlatılarak yapılan bir Çin işkencesini tercih edeceklerdir ama nafile. Hormonların seni ele geçirdiğinde aslan gibi kükremeye, panter gibi atlamaya, yılan gibi sokmaya hazırsındır, üstelik kendini ayıcık gibi şişman hissederken.

Fırtına durulup sen eski sen olunca ise bir oh be dersin, ‘oh be’! Ve bilirsin ki bu oh be öncesi ortaya çıkan canavar hali bir tek sana özgü bir şey değildir. Bu canavar sen, ben, hepimiziz. Bu dönemde sokaklarda başıboş dolaşır, tehlike arz ederiz. Sevimsiz sevimsiz takılır, durmadan tatlı bir şeyler yemek isteriz. Çirkinliğimiz bir yana bitkinlikten adım atmak istemeyiz. Her şeye takar, her şeyi sorun ederiz. Yay gibi gergin, ok gibi fırlamaya hazır bekleriz. Ve bu özel durumumuz yüzünden biz paha biçilmeziz!

Yorum bırakın

Filed under Genel

PARDON…

Siz hiç sevgilisinin potansiyel sevgilisi olabilecek hedefleri sinsi sinsi süzüp, arkalarından ileri geri konuşan ve çeşitli hinlikle planlayan bir erkek görmediniz mi?

Peki ya siz hiç aynı mekandaki bir başka adamla aynı renk ve model t-shirt giydiği için çıldırıp söylenen ve hatta eve gidip üzerini değiştiren bir erkek görmediniz mi?

Radar gözlü erkeklere ne demeli peki; şu yanından geçen hemcinsini baştan ayağa tam 2 nano saniye içinde süzebilme yeteneği olanlara…
 
Tüm seksiliğini kullanıp karşı cinsi yoldan çıkaran erkeklere kaç puan peki? Evli kadın peşinde koşanlara en olmadı sevgilisi olanlara kancayı takıp onları ayırmadan duramayan fettan adamlara? 

Peki tırnağı kırıldığı için dünyası başına yıkılan erkeklerden kesin haberdarsınızdır değil mi ya da evden çıkmak için hazırlanma süresi 2 saati geçenlerden…
 
Krem koleksiyoneri erkekleri de bilirsiniz dimi? Hani şu ev evinde 50 çeşit yüz, göz, dudak, vücut, selülit, çatlak, ayak kremi olanlardan bahsediyorum.
 
Ruh haline göre saç rengi, boyu, modeli değişen kuaför dostu erkekleri de bilmiyor olamazsınız!

En olmadı belli periyotlarla çikolata ve şeker aşerenini ya da sinir krizleri geçirenini görmüşsünüzdür yahu…

Ne?

Nasıl yani, hiç görmediniz mi?!

Pardon o zaman ben başka cinsle karıştırdım!

Yorum bırakın

Filed under Genel

Işte O His…

Huzur… Mutluluk… Hafiflik…

Birinin karşısında tüm maskelerini çıkardığın o an…

Ne soğuk kadın olursun, ne güçlü kadın o saatten sonra, ne kompleksiz kadın olursun ne de ulaşılmaz… Her ne masken varsa taktığın uçar gider onun yanında. Çatlak kadın olursun biraz, çocuk kadın, arsız, tutkulu kadın, takıntılı, kompleksli hatta ojesiz, fönsüz kadın… Neyse içinde gerçekten yaşattığın, bastırdığın, saklamayı seçtiğin, tüm o gizli kapaklı fırtınaların ortaya dökülür tek tek … Ondandır güçsüzlüğün, kalkanlarını bırakmışsındır bir kere, çırılçıplaksındır artık birinin önünde… Ondandır korkuların çünkü bilirsin ki daha çok canın yanar kalkanların olmadan, kalbin daha çok kanar… Ne zordur atmak o maskelerini, göstermek asıl halini ve ne umursamazdır, ne hafif… Maskesiz kahkahaların da daha gerçektir, gözyaşlarında. Kalbin ortadadır işte al götür der gibi… Al götür, gözün gibi bak hatta kır, dök, saç, yeter ki sende kalsın!

Ah be kadın naptın, yapılır mı böyle şey, bırakılır mı bütün maskeler bir yana ve indirilir mi hiç bütün kalkanlar birinin yanında?.. demezsin bile, aklına gelmez, umrunda olmaz.

Sevmek istersin, sevilmek, aşık olmak, aşka düşmek, mutlu olmak istersin, mutluluğuna şaşmak hatta şaşıp kalmak, kaybetmekten korkmak, o korkuyu taa iliklerinde hissetmek… İstersinde istersin işte. Maskelerinle yaşayamadığın her şeyi, o en korunmasız halinle yaşamak istersin. Nefes alır gibi, doğal akışında, sanki o hisler hep varmış gibi. Ah o maskesizlik nasıl bir şuursuzluktur peki? Yarının yokmuş gibi, yarın o maskelere hiç ihtiyacın olmayacakmış gibi, onlar artık çöpmüş gibi.

Ama öyle olmaz.  Hayat!.. Nasıl üzer insanı sonunda, nasıl kırar, nasıl geri alırsın kalbini kanaya kanaya. Ve ağlarsın, zırlarsın, lanet edersin de bir maske seçersin dolabından takarsın yine itinayla. O eski kadın geri gelir bir anda, kendini korumak için maskesini takan, zırhını kuşanan…

Ama ne fark eder? Hikaye burada bitmez ki! Bir gün, hem de hiç ummadığın anda, ummadığın bir yerde, beklide en ıssız hissettiğin zamanda biri gelir ve maskelerini çeker alır yüzünden yeniden…

Ve işte yine o his,

Huzur… Mutluluk… Hafiflik…

Yorum bırakın

Filed under Genel

Aşkın Halleri

Kim demiş aşk çözülemez diye, kim uydurmuş aşkın çok bilinmeyenli bir denklem olduğunu? Düşünün bakın aşk basittir hem de çok basit. Doğrusunu isterseniz tüm bu kafa karışıklığımız, aşkı bu kadar karmaşık sanışımız; aşkın değişen hallerindendir.

Duygular boyut değiştirdikçe aşkın halleri de değişir, gelişir, hatta enteresanlaşır. Öyle çok değildir aşkın evreleri, altı üstü üç taneciktir. Siz ister giriş/gelişme/sonuç deyin, ister kuruluş/yükselme/çöküş, ne derseniz deyin formül basittir; AŞK’ın halleri tam da içinde saklıdır…

Aşkın ‘A’ hali Alımlıdır, Arsızdır, Anlamlıdır, Asildir… Öyle can falan yakmaz, Acıtmaz ve saftır. Aldatmaz, onu sona saklar.

Aramakla başlar her şey ve aradığını bulmakla (ya da öyle sanmakla kimbilir!)

Avaredir aşkın A hali, kafada bir sürü Pollyanna düşüncesi, gözlerde dalıp dalıp gitmeler, hep bir merak, hep bir beklenti hali ve Aşırı bir özen yaratır bünyede.

Arsızlığı; bitmeyen görme, duyma, dokunma, tanıma, arama isteğindendir. Asildir çünkü henüz kirlenmemiştir ve Anlamlıdır çünkü yaşanacak büyülü zamanların, başa gelecek sancılı, tatsız anların henüz en başıdır hatta başının tacıdır. Ateşlidir aşkın A hali, duygular daha Alev Alevdir insanın içinde… Derken yerini Ş’ye bırakır A hali…

Aşkın ‘Ş’ hali Şaşkınlık vericidir, klasik Şikayet cümlelerinin teker teker dökülmeye başladığı evredir. ‘Beni neden aramadın?’ ‘Beni eskisi kadar sevmiyor musun?’ ‘Bu ilişki nereye gidiyor?’ ‘Bana bu kadar karışma’ ‘Beni boğuyorsun’ kalıpları ve binlerce benzeri havada uçuşur.

‘Neydik, ne olduk’ döneminin başı, ilişkinin tam ortasıdır. Şımartılma dönemiyle Şaşkınlık dönemi arasında geçer. Bir bakarsın o Şuh bakışların yerini dalgın bakışlara bırakmış, sevgilin kendini Şaşırmış, seni boşlamaya başlamış sende Şalterler atmış söylenme hali başlamıştır. Şişme evresidir bir nevi, Şenlikli bir evredir anlayacağınız. Şutlamak ya da Şutlanmak ikileminde bayrağı K haline teslim eder. Ve işte bütün sorun da burada başlar.

Aşkın ‘K’ hali en fenasıdır, bir nevi Kalıntıdır. Aşk diye başladığımız şeyde elimizde Kalanlarla Kalakaldığımız o dönemdir. Karmakarışıktır çünkü sadece soru ekleri barındırır ‘neden, niçin, nasıl, Kim… ‘

K hali, Kullanma tarihi sona ermiş bayat ilişkinin bitişidir. Her ne yaparsak yapalım Kalp Kırıcıdır, üzer, boğar, Kızdırır, soruları cevapsız bırakır, Kandırır. Kafa Karıştırıcıdır hatta Kafa Kırdırıcıdır. Kuvvetsiz bırakır, Karaları bağlatır. Biten duyguların arkasından Kös Kös baktırır, bir nevi Kazma Kürek yaktırır. Kurutur, Karartır, Kızartır, Keser, Kırpar… Dünyadan Kopartır. En sonunda da aşk size bir avuç Kin bırakır ve alır başını gider.

Hayır hayır içinizi bu kadar karartıp nokta koyacağımı sanmayın çünkü K giderken yeni A’lara gebedir. Önce Kırılır sonra Aydınlanırsınız, önce Kinlenir sonra Aldırmazsınız, önce Kandırılır sonra Akıllanırsınız… Ve bir bakmışsınız karşınızda tekrar AŞK belirmiş

A hallerinizin hiç bitmemesi dileğiyle…

Yorum bırakın

Filed under Genel