Tag Archives: kadın

Ah Biz Kadınlar!

Kadın milletinin nesine bayılıyorum biliyor musunuz?

Hepimizin her daim ilişki konularında ahkam kesebilecek kadar uzman, kestiğimiz o ahkamlar başımıza geldiğinde ise ayağımıza dolanıp takılıp düşecek kadar acemi olmamıza…

Galiba buda hayatın kibarca bize; “mükemmel düşünecek kadar donanımlı ama mükemmel hareket edemeyecek kadar donanımsızsın ey kadın” deme şekli ya da bırakalım ciddiyeti; “al sana”, “gör gününü”, “naaaber kızım öyle ahkam kesmek kolaymıymış” diye dalga geçme yöntemi.

Nasıl oluyorsa oluyor ve biz duyduğumuz olaylara son derece mantıklı çözümler bulabilirken içine düştüğümüz olaylarda son derece mantıksız davranabiliyoruz.

Kabul edelim ki hepimiz böyleyiz ve ne kadar cin fikirli görünsek de göründüğümüzün tersine hareket edebiliriz. Sorarsanız bir güzel ukalalık ederiz, “o öyle olmaz böyle yapmalısın deriz”, karşımızda yanlış yapan hem cinsimize “böyle yaptığına inanamıyorum” diye söyleniriz sonra da gider en basit olayda şekilden şekle girer aynı duruma düşeriz.

Yani teoride ilişki gurmeleri, pratikte ise ilkokul öğrencileriyiz.

İşin en komik tarafı ise bu yaptıklarımızı biz bir türlü görmeyiz. Çünkü kendimizi mükemmel gurmeler kabul eder, yaptığımız şeyin en mantıklısı olduğunu kabulleniriz.

Sudan çıkmış balık olduğumuz anlarda ve ne yapacağımızı bilemediğimiz durumlarda önümüzdeki seçeneklerden en saçma olanını seçer sonra da seçtiğimiz durumlara inanılmaz yöntemlerle süper mantık kılıfları geçirip öyle çuvallamayı seçeriz.

Peki dışarıdan doğruyu gören içine düşünce şuursuzluğu seçen bünyemiz akıllanır mı dersiniz?

Asla!

Akıllanmak ne kelime tersine yaş ilerledikçe söylemlerimiz güçlenir, gözlemlerimiz kuvvetlenir, üstüne üstlük içine düştüğümüz durumlar daha da komik hale gelir.

Peki bu kötü mü sizce?

Bence değil. Macera sever bünyeler, komedi sever kişiler ve kendiyle dalga geçebilecek kadar güzel kadınlar için hiç de değil.

Çünkü biz ruhumuzu böyle güçlendiririz. Kendimizi içine attığımız güç durumdan kurtarmaya çalışırken daha sağlam adımlarla ilerleriz.

Bizi biz yapan, bizi mükemmellikten bir adım olsun uzaklaştıran bu tökezlemeler olmasa ve “bunu ben mi yaptım?” durumları yaşanmasa, ne kendimizi bulabilir ne karşımızdakilerin hatalarını görebiliriz.

İşte bu yüzden diyorum ya kadınların bu özelliğine bayılıyorum diye.

Bayılmamak elde değil de ondan.

Başka hangi bünye acemi bir balıkla, usta bir felsefeciyi aynı bünye de tutabilecek kadar güçlü olabilirki?

Yorum bırakın

Filed under Genel

Eski Bir Fotoğraf Karesi…

 

Bir zamanlar, hani çok da eski olmayan geçmiş zamanlarda…

 Analog fotoğraf makineleri vardı. İşte öyle zamanlarda fotoğraf çekmek emek işiydi. İstediğimiz kareye sahip olabilmek için, doğru açıyı bulmak ve en ideal görüntüyü yakalamak ustalık isterdi.
Fotoğraf çekilir, sonra kapkara bir odada negatiflerinden arındırılır, özel sulara batırılır, askılarda kurutulur ve tekniğini işin ustaları dışında, ben dahil kimsenin tam olarak bilemediği şekilde çekilen anlar büyük bir zevk ve uğraşla ortaya çıkarılırdı.
Ve sonunda sabırla yakalamak istediğimiz “o an”lar bizim için ömre bedel bir fotoğraf karesinde kimi zaman içimizi sızlatan kimi zaman ise yüreğimizi ayınlatan bir ışık gibi hayatımızın bir yerinde mutlaka bulunurdu. Odamızın duvarında, salonumuzdaki sehpanın üzerindeki çerçevenin içinde, yastığımızın altında veya unutulmuş anılarla dolu bir defterin arasında… Zahmetle hazırlandığı için o fotoğraf bir zamanlar kıymetliydi. Ellenir, dokunulur, hissedilirdi.
An gelir kalbe basılıp ucu kıvrılır, an gelir kızgınlıkla buruşturulup yere atılırdı. Ama diyorum ya; her ne olursa olsun yine de elle tutulur, yürekle hissedilirdi. Sonra zaman geçti ve analog makinelerin ve fotoğraf filmlerinin yerini dijital teknolojiler aldı. Hatılamak için fotoğraflanan “o an”lar, “her an”a dönüştü. İstediğimiz kadar kare, istediğimiz kadar poz bir tık ötemizde saniyelik bir teknolojiyle elimizin altına geliverir oldu.
“Ne kolaymış” dedik, “her şey nasıl da teknolojik ve rahat” diye sevindik. Peki ama neyi fark edemedik biliyor musunuz?
Çektiğimiz o binlerce pozdan hiç birinin bir diğerinden farklı kalmadı. Hepsi bir dokunuşla silinip yok olabilir hale geldi. Zahmet ve uğraş gitti ve dokunarak hissedilen anlar yavaş yavaş silindi.
Kimse onlara dokunup tekrar tekrar bakmadı, unuttu gitti. Ve hissedilemeyen her bir kara gitgide daha çok değersizleşti, sıradanlaştı ve hissizleşti.
Yani an geldi analog makinelerin yerini dijitaller aldı. Zahmet verilerek kazanılan önemli anlar sıradanlaştı.
Tıpkı zahmet verilerek kazanılan önemli aşklar gibi…

Yorum bırakın

Filed under Genel

İstanbul & Kadın

Gelişi güzel kalabalıklar içinde ve koskoca bir metropolün heybetinde kadın olmak, aslında bu koca şehrin de kadın olduğunu unutmamakla başlıyor galiba…

Çünkü sen karmaşanın ortasında şık topuklularınla bir yerlere yetişmek için koştururken de, elinde bir kadeh şarabınla dost meclisinde vakit geçirirken de, boğaz kenarında yüzüne vuran rüzgarla derin bir nefes alırken de, İstanbul en anaç tavrıyla sarıp sarmalıyor seni tüm şatafatıyla.

Geleni ve göreni kendine hayran bırakan yedi tepeli şehir, iki yakasını birleştiren pırlanta taşlarla süslü kolyesini takmış boynuna “Gez.”diyor usulca. “Yaşa karmaşamda…”

Ve tıpkı bir kadın gibi yoruyor insanı çileden çıkarıyor da yine tıpkı bir kadın gibi bağlıyor kendine “sıkıysa” diyor “terk et bakalım terk edebilirsen!”

Ne yaşanıyor ne terk ediliyor işte bu şehir. Çünkü bir kadın gibi gizemli, bir kadın gibi yorucu ve bir o kadar da çekici!

İşte bu yüzden; bu heybetli kadının içinde yaşayan bir kadınsan eğer, naifliğine biraz erkek gibi savaşmayı katmalısın, gücünü özgürlüğünden almalısın, İstanbul’un seni yormasına fırsat vermeden sen onu yormalısın. Gezmelisin, tozmalısın, bu şehirle flört edip, dört bir yanın tadını çıkarmalısın.

Tadını damağında bırakacak anlar yaratmalısın ve yaşamalısın! Unutma sen bir kadınsın; İstanbul gibi bir kadın! Güçlü, gizemli, kışkırtıcı ve çekici…

Bahar kapılarını aralarken ve bu işveli kadın erguvanlarla kaplı giysisini üzerine geçirirken İstanbul’un en keyifli mevsimini doya doya yaşaman dileğiyle…

 

Yorum bırakın

Filed under Genel

Ah O Eski Aşklar…

Bana eski aşklar böyle miydi demeyin…

Aslında böyleydi!

Bir kaç küçük detay dışında.

Ve o detaylar aşkların eski tadında kalmamasına yetti de arttı… Hem de fazlasıyla!

Eskiden birine ulaşmak bu kadar kolay değildi mesela. Herkes; herkes hakkındaki her şeyi öyle kolay öğrenemezdi. HER’lerimiz biraz eksikti anlayacağınız.

Birilerini keşfetmek çaba isterdi, emek ve fedakarlık isterdi. Bilinmezliğin cazibesi her zaman daha albeniliydi.

Öyle kolay kolay ulaşılamazdı merak edilen insana. Beklemek ve sabır gerekirdi. Değil bbm, değil whatsapp ve hatta sms ve cep telefonu daha ev telefonu bile yoktu. Yani sahip olduğumuz onyüzbinmilyon iletişim yolu aslında “iletişememe”mize neden oldu.

Adam gibi tanımadığın ve kolay kolay ulaşamadığın birinin cazibesini başka nede bulabillirsiniz ki?

Mesela her şey gibi birini elde etmek de zordu…

Eskiden kaçmak, kovalamak, uğraşmak ve didinmek gibi terimler vardı. Insanlar başkaları için uğraşır önlerindeki maçlara bakmaya bu kadar çabuk başlamazlardı.Insanlar için biri gelip biri gitmezdi.

Gelen kalır ve diğeri için uğraşırdı!

Sevgi yedeklenmez, kolay kolay harcanmazdı. Aşk birilerinin eskisi, başkalarının yenisi, onların yenisi, bir diğerinin eskisi denklemlerinden çok uzaktı.

Ya da sevgi sözcükleri aşkitom, kokitom, tontişim kadar ucuzlamamıştı. Onların bile bir değeri vardı. Birileri birilerinin kıymetlisiyse gerçekten öyleydi. Lafın gelişi değil!

Çünkü kelimelerin dudaklardan dökülmesi öyle kolay olmazdı.

Şimdiki gibi hünerli parmaklarımızın küçük dokunuşları kadar yakınımızda değildi itiraflar ve iltifatlar.

Düşünün bakın sizin de aklınıza bir sürü şey gelecek. Eskiden zor olan ve şimdilerde kolaylaşan bir çok şey…

Yani diyorum ya eski aşklar böyle miydi demeyin.

Üzgünüm ama aşk aynı aşk olsa da insan aynı insan kalmadı.

Zaman geçti ve her şey değişti. Bir tek aşk aynı kaldı ama o da bizim sayemizde ucuzladı.

O yüzden ya eskilere dönmeli ya da hayallerden vazgeçmeli.

Ya da…

Var mıdır dersiniz acaba bunun başka bir yolu?

. . .

Yorum bırakın

Filed under Genel

Zamane Aşkları’nı Okuyup Sevdiysen, Şimdi Yaratıcılık Zamanı!

“Peki ya sence Zamane Aşkları nasıl yaşanır?”

Soruyu yanıtla, kitapla birlikte çekilmiş fotoğrafınla birlikte 14.11.2011 tarihine kadar

duyguycl@gmail.com

adresine gönder.

En çarpıcı yanıt seninkiyse, imzalı “Zamane Aşkları” ellerinde! Üstelik sürpriz bir hediyeyle!!!

 

http://www.facebook.com/media/set/?set=a.192888524103727.50401.179981102061136&type=1

Yorum bırakın

Filed under Genel

Zamane Aşkları

 http://www.dr.com.tr/0000000346024,0000000369628/Eser/Kitap/Edebiyat/Roman/Turkiye-Roman/Zamane-Asklari

Masallar masallar masallar…

Hani şu el değmemiş çocukluğumuzun en tatlı anları ve hayatımızın hep tozpembe olacağına inandırıldığımız o en saf günlerimiz…

Oysa çok sonraları anladık yanıldığımızı… Kaderimizin bize yazdığı masallar, çocukluk masallarımız gibi değildi çoğu zaman. Bizim masallarımız öyle saf, deli divane ya da dozajı kaçmış bir mutlulukla sürmüyordu. Üstelik hesapsız bir mutlu sonla da bitmiyordu. Hayat masallarımız daha acımasızdı, daha sıradan, daha kırıcı ve daha gerçek.

O çok sevdiğimiz çocukluk masallarımızın saflığı kandırdı bizi. Ordaki beyaz atlı prensleri bekledik, mükemmel aşkları istedik, hiç pes etmeden prensese kavuşmaya çalışan cesur yüreklerin var olduğuna inandık ve kötülerin sonunda cezalarını bulacağına düşündük.

Ve bir gün bir baktık; hiçbir şey bizim düşündüğümüz, umduğumuz, inandığımız ve beklediğimiz gibi değil. Hayatımızın bize sunduğu masallarda roller çocukluk masallarımızdakilerden çok farklı. Anladık ve kırıldık!

Böylece zaman akıp geçti ve biz daha fazla çocukluğumuzun saflığında kalamadık. Buna rağmen bir yanımız bazen safça inanmak istedi prenses olduğumuza ve hayatın bize her zaman güzellikler sunacağına. Hatta öptüğümüz kurbağaların prense dönüşebileceğine. Ama dönüşmediler… Ve dönüşmediğini gördüğümüz her an içimiz biraz daha kırıldı. Sonunda ise beyaz atlı prensin var olmadığını kabullendik ve pes ettik.

Saflığımızı kaybettikçe masallardaki tozpembe dünyaların aksine kendi dünyamızın bir renk cümbüşü olduğunu da gördük. En açığından en koyusuna her türlü rengi içinde barındıran karmakarışık bir tablo. İşte beklentilerimiz tam da o an değişti.

Kendi hayat masallarımızda bazen prenses olmayı seçtik, bazen sadece sıradan bir figüran, bazen ise birilerinin kötü cadısı. Çünkü bizim masallarımız kötü olabilecek kadar gerçekti!

Üstelik hayatımız boyunca tek bir masalımız, tek bir hikayemiz ve tek bir sonumuz olmadı. Zaman akıp giderken kendimizi birçok masalın içinde buluverdik, birçok değişik maceranın, birçok enteresan sonun.

Herkes gibi benim de birçok masalım olmuştu ve olmaya devam edecekti. Benim masallarım da çoğu zaman sıradan, basit, sıkıcı ve monotondu. Bazense tıpkı son masalımda olduğu gibi fırtınalı, karmakarışık, yorucu, hayal kırıklıklarıyla veya sürprizlerle dolu. Ben de masallarımın çocukluğumdakilerin aksine hep aynı sonla bitmeyeceğini biliyordum. Ne hep mutlu bitecekti ne hep iç karartıcı, ne hepsinin sonu sürprizlerle dolu olacaktı ne de umduğum gibi.

Bildiğim tek gerçek; yaşanan her masalın sonunda düşen elmaların olacağıydı. Bu elmalar; belki üç güzel dilek dileme hakkıyla gelmeyecekti ama hayat masallarımız devam ettiği sürece düşmeye devam edeceklerdi. Kimi sevincimiz, kimi üzüntümüz, kimi şaşkınlığımız kimi ise beklentimiz olacaktı.

Masallar hiç bitmedi ve biz hayatımızda açtığımız her temiz sayfayı bambaşka bir masalla doldurup elmalarımıza kavuştuk. Benim üç elmam da içinde bulunduğum masalın sona yaklaştığını hissedip, yepyeni bir sayfa açmaya hazır olduğum an düşüverdi.

Biri cesur vazgeçişim…

Biri korkularımla yüzleşmem…

Biri derin kararsızlığım…

 Oluverdi.

 

Yorum bırakın

Filed under Genel

EGOsantrik Ayrılık Durumları

Terk edilmeye dair biz kadınmilletinin neden hep klişe senaryoları ve çok bilindik beklentileri vardır? Bir ayrılık yaşandığında bizim bu ayrılıkla ve ayrılanla içten içe kişiselleştirdiğimiz ve kendimize yediremediğimiz meselemiz nedir hanımlar?

Bence cevap basit hem de çok…

Ayrılığa dair kırılan kalbimizden daha çok bizi mahveden şey yerle bir olan Ego’muz aslında.

Kim ne derse desin ve kim çıkıp aksini ispat etmeye çalışırsa çalışsın olay sadece bundan ibaret!

Çünkü ego asla böyle bir duruma düştüğüne inanmak istemez. O şımartılmak ister, pohpohlanmak ister, naz yapıp, önemsenmek ister. Ondan kimse ayrılamaz ya da çekip gidemez.
Çünkü o değerlidir hem de çok! İşte bu yüzden gidenin bizden öyle kolay gidememesini, bir gün arayıp özür dilemesini hatta bizi terk ettiyse pişman olup dönmesini ister.

Peki ama neden? Neden arayan hep erkek tarafı olmalı, neden sürünmeli ve neden hep çok pişman olan onlar olmalı? Çünkü terk edilerek yıkılan ego’muz kendini ancak öyle tamir edebilir.

Bir tane’yken, hiç tane olmanın acısına ancak böyle durum senaryolarıyla su serpilebilir.

Ama gerçek hiçbir zaman düşünülen gibi de değildir!

Giden belki zil takıp gitmez ama çoğu zaman da istediğimiz gibi sürüm sürüm sürünmez.

Sadece şartlar öyle gerektirir, bir şeyler biter ve o gider ama biz egomuz yüzünden bunu göremeyiz, kabullenemeyiz.

Bu kırılan kalbimizden çok kırılan egomuzun bize bir oyunudur kaderin değil!

Giden bize dönmelidir, sadece bizce değil etrafımızdakilerce de!

“O sana dönecek”, “Çok pişman olacak”, “Seni arayacak”, “Özür dileyecek”

İyi ama ya bunların hiçbiri olmazsa?

İşte o zaman kahretsinler gelir, lanet olsunlar hatta boyu devrilsinler gelir.

Neden? Çünkü adam gitti.

Neden? Çünkü adam bizi terk etti.

Ya da biz ayrıldık ve hayatına devam etti.

Peki ama bitmiş ya da bitmeye yüz tutmuş bir şey için bu kadar düşünmeye, üzülüp kırılmaya, bozulup kafa yormaya değer mi?

Değdi mi?

Hasar gören egomuz bize yanlış sinyaller verirken ve biz intikam yeminleri ederken böylesi vakit kaybetmeye değdi mi gerçekten?

Ne zaman daha az üzülürüz biliyor musunuz?

Karşımızdakini daha az sevdiğimizde, daha az güvendiğimizde ya da bir ilişkide her an her şey olabilir fikriyle yaşamaya başladığımızda değil!

Biz ancak giden insanın ardından hiçbir şey beklememeyi öğrenip yolumuza hızla devam ettiğimizde, ah etmeyi bırakıp gidene hoşça kal diyebildiğimizde, bir daha ardımıza bakmamayı öğrenebildiğimizde…

…Ayrılığında hayata dair olduğunu çabucak kabul edip egomuzu bir kenara koyabildiğimizde
Adam oluruz!

İşte asıl o zaman Ego’muzu yeneriz.

Ve aslında işte o zaman Ego’muz tavan yapar!

Yorum bırakın

Filed under Genel

Hormonlar Çıldırmış Olmalı

(Anlatılan olaylar kadın milletinin her ay belli bir dönemde girdiği ruh halinden yola çıkılarak yazılmıştır.)  

Önce bir sıkıntı başlar, anlamsızca ruhun daralır, karaları bağlar, durduk yere sinir harbi yaşarsın. ‘Ay içim sıkılıyor’ demekten bitap düşer bu bitap haline rağmen iflah olmaz şekilde her şeye bağırıp çağırmaya devam edersin. Son derece masum ‘Merhaba, günaydın!’ cümlesi bile içinde fırtınalar koparmaya yeter de artar bile. İçindeki küçük şeytan ‘Bugün’ün nesi aydın, sana merhaba falan değil, nerden çıktı simdi bu selamlama seremonisi, niye bu insanlar bu kadar neşeli?’ gibi binlerce soruyla senin aklını çelerek asabiyet kat sayını 2’ye katlar. Hatta oturup güllük gülistanlık hayatına isyan eder, ağlama krizlerine dahi girebilirsin. Tüm bunların yanında başından karnına kadar uzayan geniş bir skalada seni ziyaret eden ağrı çeşitleri de cabasıdır.

Üstelik tüm bu duygu dalgalanmalarıyla boğuşurken aynada gördüğün sen, sana hiçte çekici ve güzel gelmez. Yorgun bir surat, bitkin bakışlar ve muhtemelen habersizce ziyarete gelen uyarı sivilceleri eşliğinde kendine bakarken çirkinliğine laf söyletmezsin. Yok, hayır yanlış duymadın çirkinliğine dedim evet. Biri kazara sana ‘saçların ne kadar güzel’ dese ‘ay iğrenç be nesi güzel’ ‘bugün çok hoş olmuşsun’ dese ‘saçmalama çok çirkinim’ diye yapıştırırsın etiketi kendine. Çirkinsindir işte çirkin, aksi kanıtlanamaz!

 Aynadaki aksin dışında birde kıyafet sorunu beliriverir. İster kendine en yakışan giysi kombinasyonunu yap, ister git yeni bir şeyler al asla mutlu hissetmezsin. Hissedemezsin çünkü bünyeye göre değişen ve bir hafta önce ortada olmayan koca bir göbeğin, bir beden büyümüş popon (şaka değil kanıtlanmış gerçektir) ya da yüzüklerinin sığmadığı parmakların kendine hiçbir şeyi yakıştıramamana yeter de artar bile.

Bu insanüstü duygusal buhran durumunun yanında bir de hep açsındır. Beyninin açlık ve atıştırma sinyalleri hiç durmadan alarm verme halindedir. Özellikle tatlı krizlerin seni senden alır. Oturup koca bir paket çikolatayı tek başına bitirebilir, kendini abur cubura adayabilir, yedikçe doymaz, doymadıkça yemeye devam edebilirsin.

Yani hem duygusal anlamda dengesiz, hem çirkin hem kilolu hem de obursundur. Böyle bir haleyken de en iyi yaptığın şey özellikle birinci derece yakınlarına işkence çektirmek olacaktır. Ayda bir bu duruma hazırlanan yakınların gardını alarak hazır ola geçecek senin bu işkencene maruz kalmaktansa, kafaya kova geçirilip tepeden su damlatılarak yapılan bir Çin işkencesini tercih edeceklerdir ama nafile. Hormonların seni ele geçirdiğinde aslan gibi kükremeye, panter gibi atlamaya, yılan gibi sokmaya hazırsındır, üstelik kendini ayıcık gibi şişman hissederken.

Fırtına durulup sen eski sen olunca ise bir oh be dersin, ‘oh be’! Ve bilirsin ki bu oh be öncesi ortaya çıkan canavar hali bir tek sana özgü bir şey değildir. Bu canavar sen, ben, hepimiziz. Bu dönemde sokaklarda başıboş dolaşır, tehlike arz ederiz. Sevimsiz sevimsiz takılır, durmadan tatlı bir şeyler yemek isteriz. Çirkinliğimiz bir yana bitkinlikten adım atmak istemeyiz. Her şeye takar, her şeyi sorun ederiz. Yay gibi gergin, ok gibi fırlamaya hazır bekleriz. Ve bu özel durumumuz yüzünden biz paha biçilmeziz!

Yorum bırakın

Filed under Genel

PARDON…

Siz hiç sevgilisinin potansiyel sevgilisi olabilecek hedefleri sinsi sinsi süzüp, arkalarından ileri geri konuşan ve çeşitli hinlikle planlayan bir erkek görmediniz mi?

Peki ya siz hiç aynı mekandaki bir başka adamla aynı renk ve model t-shirt giydiği için çıldırıp söylenen ve hatta eve gidip üzerini değiştiren bir erkek görmediniz mi?

Radar gözlü erkeklere ne demeli peki; şu yanından geçen hemcinsini baştan ayağa tam 2 nano saniye içinde süzebilme yeteneği olanlara…
 
Tüm seksiliğini kullanıp karşı cinsi yoldan çıkaran erkeklere kaç puan peki? Evli kadın peşinde koşanlara en olmadı sevgilisi olanlara kancayı takıp onları ayırmadan duramayan fettan adamlara? 

Peki tırnağı kırıldığı için dünyası başına yıkılan erkeklerden kesin haberdarsınızdır değil mi ya da evden çıkmak için hazırlanma süresi 2 saati geçenlerden…
 
Krem koleksiyoneri erkekleri de bilirsiniz dimi? Hani şu ev evinde 50 çeşit yüz, göz, dudak, vücut, selülit, çatlak, ayak kremi olanlardan bahsediyorum.
 
Ruh haline göre saç rengi, boyu, modeli değişen kuaför dostu erkekleri de bilmiyor olamazsınız!

En olmadı belli periyotlarla çikolata ve şeker aşerenini ya da sinir krizleri geçirenini görmüşsünüzdür yahu…

Ne?

Nasıl yani, hiç görmediniz mi?!

Pardon o zaman ben başka cinsle karıştırdım!

Yorum bırakın

Filed under Genel

Işte O His…

Huzur… Mutluluk… Hafiflik…

Birinin karşısında tüm maskelerini çıkardığın o an…

Ne soğuk kadın olursun, ne güçlü kadın o saatten sonra, ne kompleksiz kadın olursun ne de ulaşılmaz… Her ne masken varsa taktığın uçar gider onun yanında. Çatlak kadın olursun biraz, çocuk kadın, arsız, tutkulu kadın, takıntılı, kompleksli hatta ojesiz, fönsüz kadın… Neyse içinde gerçekten yaşattığın, bastırdığın, saklamayı seçtiğin, tüm o gizli kapaklı fırtınaların ortaya dökülür tek tek … Ondandır güçsüzlüğün, kalkanlarını bırakmışsındır bir kere, çırılçıplaksındır artık birinin önünde… Ondandır korkuların çünkü bilirsin ki daha çok canın yanar kalkanların olmadan, kalbin daha çok kanar… Ne zordur atmak o maskelerini, göstermek asıl halini ve ne umursamazdır, ne hafif… Maskesiz kahkahaların da daha gerçektir, gözyaşlarında. Kalbin ortadadır işte al götür der gibi… Al götür, gözün gibi bak hatta kır, dök, saç, yeter ki sende kalsın!

Ah be kadın naptın, yapılır mı böyle şey, bırakılır mı bütün maskeler bir yana ve indirilir mi hiç bütün kalkanlar birinin yanında?.. demezsin bile, aklına gelmez, umrunda olmaz.

Sevmek istersin, sevilmek, aşık olmak, aşka düşmek, mutlu olmak istersin, mutluluğuna şaşmak hatta şaşıp kalmak, kaybetmekten korkmak, o korkuyu taa iliklerinde hissetmek… İstersinde istersin işte. Maskelerinle yaşayamadığın her şeyi, o en korunmasız halinle yaşamak istersin. Nefes alır gibi, doğal akışında, sanki o hisler hep varmış gibi. Ah o maskesizlik nasıl bir şuursuzluktur peki? Yarının yokmuş gibi, yarın o maskelere hiç ihtiyacın olmayacakmış gibi, onlar artık çöpmüş gibi.

Ama öyle olmaz.  Hayat!.. Nasıl üzer insanı sonunda, nasıl kırar, nasıl geri alırsın kalbini kanaya kanaya. Ve ağlarsın, zırlarsın, lanet edersin de bir maske seçersin dolabından takarsın yine itinayla. O eski kadın geri gelir bir anda, kendini korumak için maskesini takan, zırhını kuşanan…

Ama ne fark eder? Hikaye burada bitmez ki! Bir gün, hem de hiç ummadığın anda, ummadığın bir yerde, beklide en ıssız hissettiğin zamanda biri gelir ve maskelerini çeker alır yüzünden yeniden…

Ve işte yine o his,

Huzur… Mutluluk… Hafiflik…

Yorum bırakın

Filed under Genel